1 Eylül 1922
Garp Cephesi 15.Tümen 45.Alay 8.Bölük İhtiyat Mülazımı Evvel Ali Safa(Okan) Bey,1 Eylül 1922 günü Uşak kazasındaki manzarayı şöyle anlatmaktadır;
“Bu ovayı ancak gece yarısından sonra bitirebildik. Uşak’ın yanında da geceyi geçirmeye karar verildi. Akşam güneşinin Uşak semasından kan ağlayan bir göz gibi batışı ile sabah güneşinin doğuşu arasındaki zaman zarfında kanayan kalplerimiz acı burkuluşlarla göğsümüzü deliyor, sızlatıyordu. Kim bilir, Yunan Tahrip Birliklerinin kahpece işledikleri zulüm, vahşet ve hunharlık numunelerinden birisine daha şahit mi olacaktık? Kıta’mız harekete geçti. Uşak'a giriyoruz. Şehrin caddesinde bir az ilerledikten sonra sola saptık. Sokaklar, firar eden Yunan Kıta’larının götürmeye muvaffak olamadıkları şık ve zarif sigara paketleri ile dolu. O kadar mebzul ki, sokaklara saçılmasındaki sebebi anlayamadık. Ancak, yakmaya vakit bulamadıklarına hükmettik. İki katlı bir binanın önünden geçiyoruz. Birkaç merdiven ile çıkılan kapısının iki kanadı birden açıldı, genç bir kız, sandıktan yeni çıkardığı muntazam katlanmış çizgilerinden anlaşılan büyük ve ipek bir Türk Bayrağı’nı her halde ilk defa açıyordu. Genç bir erkek ile birlikte bize karşı gerdikleri bayrağın yanı başında gözlerinden dökülen yaşları sevinç tebessümleri ile mezcederek haykırıyorlar, bizi selamlıyorlardı. Uşak'ı ne zaman hatırlasam, taze ve canlılığı ile karşımda o Kurtuluş Günü’nü tasvir eden bu levhayı görür gibi olurum. Lakin gülerken neden ağlıyor bu gözler? Sevinçten ziyade büyük bir elem ve sonsuz bir acının ifadesi olan bu haykırışlar neden?
Bir az ilerledikten sonra yürüyüş kolunun tam ortasına düşen müthiş bir bomba gibi kalpleri, dimağları yakıp kavuran ve beşeriyet için lanet ile karşılanan, medeniyet mefhumlarını yok edip kaldıran, vahşet devrine parmak ısırtan, gelecek nesillere istiklal hakkında çok acı bir ibret dersi vermiş bulunan şu küçük Yunan’ın başından büyük halt karıştırması, Kahraman Türk Askerini bir anda çelikleşmiş bacakları üzerinde sarstı, zangır zangır titretti adeta. Büyük bir zelzele olmuştu sanki. Yanı başımda yürüyen, babayiğit, yağız çehreli sakin Askerler bu kahpelik karşısında kükremiş aslanlar oluvermişlerdi sanki. "Allah, Allah" diye ağlıyorlar, bütün güçleri ile omuzlarında sallanan tüfeklerinin kayışlarına koparırcasına asılıyorlardı.
Asker durdu. Hem de çivilenmiş gibi durdu. Gitmiyor, gidemiyordu. Yarısı yanmış bacaklarla kollar, takallüs etmiş parmaklar, teşhis edilmesi müşkül vücutlar dumanlar arasında yanıyorlardı. Bu insanlar bu binaya doldurularak yakılmış bir yığın zavallı çoluk, çocuk, kadın ve silahsız insanlardı. Dünyanın en mert, asil ve dindar bir askeri olarak tanınan, esirini değil öldürmek, ona el kaldırmayı bile yakıştırmayan Türk Askeri bu manzara karşısında çılgına dönmüştü. Bundan sonra onları zabtetmek kimsenin harcı değildi artık. Bundan sonraki olaylarda bir fevkaladelik olmuşsa bunlar, Uşak'ta, Yunan Kıta’ları tarafından irtikâp edilen bu hunhar hareketlerin doğurduğu neticelerdir. İnsan, ne yaparsa kendisine yapar. Onlar da bu hareketleri ile kuzu gibi bir askerin damarlarındaki kanı tutuşturmuş, harp kaidelerine riayet eden mert bir askeri, mecnun'a döndürmüştür.
Bu Uşak hadisesi Türk Süvarilerini kanatlandırmış, Türk Piyadelerini de Süvari derecesine çıkarmıştır. Süvarilerin İzmir’e girişini Piyadelerin aynı zamanda takip edişi, tarihte misline tesadüf edilmemiş bir hadisedir.”
(SALİH KILINÇ / HABER)