Sayın Aşçı’ya bu güzel çalışmasından dolayı teşekkür ediyoruz. Henüz Cumhuriyet ilan edilmeden de TBMM’de laiklik tartışmalarının demokratik bir ortamda yapıldığını besim Atalay Bey’in konuşmasından ve TBMM tutanaklarından anlayabiliyoruz.

İşte Ömer Aşçı’nın günümüze ışık tutan o araştırması:

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 1922 yılı bütçesi 28 Şubat 1922 tarih ve 238 sayılı kararıyla kabul edilmiştir. 1922 yılında devlet bütçesi 74.957.848 lira iken eğitime ayrılan bütçe 1.136.064lira olmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 24 Ağustos 1922 günü Umuru Şeriyye ve Evkaf Vekâlet’ine ek bütçe verilmesi talebi müzakere edilmeye başlanmıştır Kütahya Mebusu Uşaklı Besim Atalay Bey, Medrese hocalarının maaşlarına zam talep eden Ankara Hükümeti Umuru Şeriyye ve Evkaf Vekili(Vakıf ve Din İşleri Bakanı) Abdullah Azmi(Torun) Bey'e karşı meclis kürsüsünden serdettiği fikirleri Sebilürreşâd Dergisi'nin 6 Ekim 1922 tarihli nüshasında şöyle aktarılmıştır ;

Bertalay (1)

Besim Atalay Bey (Kütahya):(…)Heyet-i aliyyeniz bendenizi dinlemek lütfunda bulunur mu? Bendeniz tacir olmadan, şâ’ir olmadan evvel medreseli idim. Feyzi oradan aldım. Binâenaleyh; ilmin hadimiyim. İki dakika bendenizi dinleyin. (Devam sesleri) Bendenizi memnun eden şeylerden birisi son senelerde medreselerin ıslahı hususunda atılan adımlardır. Fakat arkadaşlar! Bu adımlar atılırken bazı yanlışlıklar yapılıyor. Evvelâ iptidai derecesinden başlanıyor. Arkadaşlar! Her millette, her devlette terbiye, talim yeknesaktır. Tahsil-i iptidaisini çocuk müessesat-ı ûmumiyeden alacak, nasıl ki eskiden de çocuk mukaddimât-ı ilmiyesini aldıktan sonra ikmal-i nüsah ve tahsil-i ulûm için Buhara’ya gitti, Rey’e gitti, şuraya gitti, buraya gitti, diyorlardı. Mukaddimât-ı ulûmu çocuk mektepte mi, medresede mi nerede elde edecek? Milletin ilim için, terbiye için tesis ettiği müesselerinde alacaktır. Orada memleket nasıl bir terbiye verecekse o terbiyeyi aldıktan sonra, doktor olacaksa doktor mektebine, dinî, ruhani ihtisas kesb etmek isterse medâris-i ilmiye-i âliyeye, hulâsa herkes ihtisas derecesinde birtakım medârise gidecektir. Şu’ubâta ayrılacaktır. Böyle daha iptidai derecesinde yaşayarak intihayı açmak, açamamak muvafık değildir. Bunda her halde Hüseyin Avni Bey arkadaşımızın, ifratı mı diyeyim. Bir arkadaşımızdır. Herkesin kendi kanaati muhteremdir. Hemen onun kanaatine doğru varırız. Arkadaşlar daha iptidai derecesinde çocuğa verilecek terbiye-i umumiye, terbiye-i milliye, terbiye-i vataniye tamamıyla verilmeden evvel başka muhitlerde, başka yerlerde terbiye muvafık değildir. Bin candan, ruhtan arzu ederim ki din-i mübîn-i İslâm bugünkü kuru mekanikî şeklini katiyen gaip etsin. Ben ilâhî cezbe, ilâhî vecd isterim. Arkadaşlar! Ben Yunus Emreler istiyorum, ben Ahmed Yesevîler istiyorum, Birgivîler istiyorum. Ben Gazaliler istiyorum. Allah dediğiniz zamanda vecdle yürek titremeli, yoksa bu tarz-ı terbiye ile bununla bir şey çıkmaz. Vehbi Efendi hazretleri buyurdular ki hükûmet adam yetiştirmez, hükûmet yetişen adamları himâye eder. Çok doğrudur. Onun içindir ki ben milletin bütçesi Darülhilafe medresesi, Fetvahane emaneti, Meşihat bütçesi anlamam. Onlar devâir-i devlet sırasında değildir. Dinî vilâyet, dinî meclis, dinî vekâlet, dini müesseseler ayrı olur. Bugünkü meclis yüz kuruş tahsis eder. Yarınki meclis elli kuruş. Belki ertesi ki yüz elli kuruş. Bugünkü bir şeriyye vekili, yarın başka bir fırkanın, başka bir grubun hâdim-i amali olur. Bunları görmedik mi? Arkadaşlar Şer’iyye Vekâleti, ne derseniz deyin o çok yüksek, çok kutsi ve ilâhî bir dairedir. O devâir-i devlet sırasından çıkmalı arkadaşlar!

Tevfik Efendi (Çankırı): – Zaten öteden beri istenen de odur.

Uşak’ta yaşanan güzel bir öğretmen öyküsü Uşak’ta yaşanan güzel bir öğretmen öyküsü

Basri Bey (Karesi): – Söyleyiniz, söyleyiniz. Zaten maksadınız din ile devleti ayırmaktır. Fakat buna muvaffak olamayacaksınız.

Besim Atalay Bey (devamla): – Değil efendim! Eskiden böyle idi. İşte tarih-i İslâm. Acaba Emevîler zamanında böyle mi idi? Acaba Abbasîler zamanında mı böyle idi? Yoksa Endülüs’te mi böyle? Yoksa Buhara’da mı böyle idi? O zamanlar böyle değildi efendim. Makam-ı iftâ mukaddes idi. Makam-ı iftâ erişilmez bir mevki’ idi. Mualla idi. Kaza ile iftâyı karıştırmamak için Hazret-i İmam-ı Azam hayatını bile feda etti. Sonra ikilik meselesi. Arkadaşlar! Tanzimat-ı Hayriye’den beri değildir. Tarih-i İslâm’ı açınız. Halife Memûn rasathane memuru mudur? Halife midir? dediler. Hüccetü’l-İslâm İmam Gazali’nin asarı Endülüs’e girmezdi, yakılırdı. İşte Tabakåtü’l-Ümem nam kitaba bakınır, İkilik bugün değil dünden vardır. Evet Tanzimat-ı Hayriye’den sonra iştidâd etti. Bunun esbabını ben burada izah edecek değilim. Sorarsanız bildiğim kadar izah ederim. Sonra medreseden hem tabip, hem âlim, hem müderris, hem her mesleğe aşina adamlar yetişirdi deniliyor. Hayır böyle değildir. Burada da teğåfül buyuruluyor. Arkadaşlar! Bugün İstanbul medreselerini tetkik ettiğinizde Dârülhadîs ayrıdır. Tıp mektepleri ayrıdır. Teğåfül istemem. Burada bilen söylemelidir. Sonra yine deniyor ki bu devleti idare eden adamlar hepsi medreseden çıkmıştır. Efendiler ben âlimin ayağının türabıyım, ilme hürmet ederim. Arkadaşlar! İlmin hadimiyim. Fakat; Evvelâ hakikate bakalım. Vaktiyle bütün memleketi muhafaza eden efendiler, paşalar, idare ricâli ve askerî ricâl medreseden yetişmemişti. Bilhassa Enderun’dan yetişti. Bana medreseden bir tane yetişeni gösterin

Vehbi Efendi (Konya): – Çandarlı Halil Paşa’yı unutma. Medreseden yetişmiştir (Gürültüler)

Basri Bey (Karesi): – Enderun medreseden başka bir şey midir?

Besim Atalay Bey (devamla): – Peki efendim bırakıyorum, medreselerin bugünkü taşradaki teşkilatı çok bozuktur. Çok fena bir mecraya girmiştir, Şer’iyye Vekâleti sorsun söyleyeyim. Babası, oğlu, damadı aynı medreseden maaş alıyor. Sebebi ne imiş? Şayan-ı hürmet adamlar imiş. Verin buna! Sonra rast gele şayan-ı hürmettir diye (diğer devâirde öyle değil mi sesleri) devâiri takdir eden kimdir? (Handeler) Neme lâzım! Allah onları ıslah etsin! Sonra ellerine fener alıp talebe arıyorlar. Hele bilhassa, askerlikten istisna meselesi meydana çıktıktan sonra saatçi çırakları filan bilmem filan ve filanlarda başlarına sarık sarmaya başladılar. (Doğru sesleri) Bunları arz ettiğim gibi yine herhalde medreseleri ihtisas medresesi şekline koymaktan başka çare yoktur. Çocuk mekâtib-i ibtidâiyede iptidai tahsilini ve mekâtib-i âliyede ihtisas tahsilini alsın mekâtib-i ibtidâiyemizde terbiye-i dinîye hususunda noksan ise maarif vekili şâhiddir. Maarif vekili ile beraber encümende çalıştık. Evet maneviyat lâzımdır. Maneviyatız olmaz. Halkın ihtiyâc-ı manevisi tatmin edilmeli. Arkadaşlar! Edilmeli ama! Arz ettiğim gibi bu şekilde değil, anlayabileceği bir şekilde sade üslup ile okutmalı. Çocuk mekâtib-i umûmiyede, din tahsilini, millî terbiyesini aldıktan sonra Darülfünun-ı âlîyenin İlahiyat şubesi gibi büyük bir şube olmalı, çocuk orada mütehassıslar tarafından okutturulmalıdır. Onlar tam Cizvit ruhuyla dini terbiyesini aldıktan sonra nasıl ki Cizvitler cihanın her tarafına dağılıyorlar ve kendi şeylerini neşre çalışıyorlarsa buradan yetişecek talebeler de o ruhu almalılardır. Arkadaşlar! Biz bazı yerlerde tanassur edenleri görmüyoruz da Tetkikat ve Telîfât-ı Şer’iyye ile uğraşıyoruz.

Muhabir: SALİH KILINÇ