Aşçı, Şark Cephesi Kumandanlığına bağlı 21.Tümen Sıhhiye Bölüğü Iğdır Mevki Hastanesi Başhekimi Tabip Binbaşı Dr. Mehmet Derviş Kuntman, Batı Cephesi Komutanlığı emrine görevlendirilip Uşak’a gelirken kaleme aaldığı anılarından yola çıkarak bu dramatik öyküyü bizlere ulaştırdı.
3 Eylül 1922
Şark Cephesi Kumandanlığına bağlı 21.Tümen Sıhhiye Bölüğü Iğdır Mevki Hastanesi Başhekimi Tabip Binbaşı Dr. Mehmet Derviş Kuntman, Batı Cephesi Komutanlığı emrine görevlendirilip ekibiyle beraber 29 Haziran 1922 Konya Vilayeti Akşehir Kazası ‘nın Mevlütlü Köyü'ne gelir.21.Tümen Sıhhiye Bölüğü, Mevlütlü Mevki Hastanesi adını almıştır. Kumrallı Mevki Hastanesi, Dumlupınar Meydan Muharebesi'ne hazırlık amacıyla Mevlütlü Mevki Hastanesi’ne katılarak 15 Ağustos 1922 tarihinde 1.Ordu Komutanlığına verilir. Mevlütlü Seyyar Askeri Hastanesi ismini almıştır. Dumlupınar Meydan Muharebesi'nin başladığı 26 Ağustos 1922 günü Kumrallı Köyü’ne sonra 1 Eylül 1922 günü verilen emirle Afyon Vilayeti ‘nin Sinan Paşa Kazası'na bağlı Düzağaç Köyü'ne nakledilmiştir.1.Ordu Sıhhiye Reisi Yusuf Kenan Bey'in 3 Eylül 1922 günü verdiği emirle Uşak Kazası'na geçilmiştir.
Mevlütlü Seyyar Askeri Hastanesi Başhekimi Tabip Binbaşı Dr. Mehmet Derviş Kuntman,3 Eylül 1922 günü aldığı bu emri şöyle anlatmaktadır ;
“3 Eylül 1922; Afyon Düzağaç’a geldik. Burası boş, harap bir köydü. Yalnız bir caminin içinde 70- 80 kadar ağır yaralıyı iki günden beri aç, susuz, bakımsız bir hâlde bulduk. Bunlar beni görünce feryada başladılar: “Biz bu millete bir daha lazım değil miyiz? Bizi yüzüstü bırakıp gittiler, yaralarımız kurtlandı.” diye şikâyette bulundular. Bu acı sözler bir şamar gibi yüzüme çarpıyor, bir hançer gibi yüreğime işliyordu. Haklı idiler; bu kahramanlar, kanlarını dökerek bize büyük bir zafer kazandırsınlar da biz onları harap olmuş cami köşelerinde aç, ilaçsız bırakarak, arkadan gelecek bir hastaneye devir ve teslim etmeden boş yere ordunun peşinden koşalım. Gerçekten üzülecek bir durum vardı. Bu, Sıhhiye Teşkilatımızın bir iflası demekti. Bu üzücü durum karşısında burada bir an evvel açılıp bu zavallılara yardım için geriden gelecek eşyamızı beklerken Dumlupınar’dan 1.Ordu Sıhhiye Reisi Kenan Bey’den aşağıdaki telefonu aldım:
“1. Düzağaç’ta bulunan yaralıların gerekenlerinin değişimi
2. Fuat Efendi ile Eczacı Efendi’nin yaralıların arkası alınıncaya kadar orada bırakılması.
3. Hastanede, Düzağaç’ta istirahat ettikten sonra yoluna devam ederek Dumlupınar’a gelecektir.
4. Varışını Uşak’ta 1’inci Ordu Sıhhiye Reisliğine bildirecektir.”
Cephede, yalnız askerce emirler veriliyor; bunların yapılmasının ve uygulanmasının mümkün olup olmadığını göz önüne alan olmuyordu. Düzağaç’ta birçok yaralının yüzüstü bırakıldığını bildikleri hâlde, bunlara zamanında yardım yapılmıyor, âmirlerin biri Düzağaç’ta açıl, diğeri de Dumlupınar’a gel diyerek birbirine zıt emirlerle bizi şaşırtıyorlardı. Hâlbuki biz hastane, asker ve doktorlarıyla ileriden gittiğimizden ve eşyamız öküz arabalarıyla geriden geldiğinden durumumuz seyyar hastaneler gibi yol üstünde açılıp yara pansumanı yapmaya kesinlikle müsait değildi. Hatta doktor ile eczacıyı bıraktığımız takdirde bile geriden sıhhi malzemenin yetişmesine ve açılmasına kadar yaralıların feryat edecekleri şüphesizdi. Bu sebepten fevkalade üzülüyor, benim de mecburi olarak terk edip gideceğim bu zavallıların yürek tırmalayıcı şikâyetleri karşısında hekimlik adına utanıyordum. Biz, tabiatıyla son emre uyarak ve iki arkadaşı orada bırakarak yanımızdan geçen Berlier otomobillerine binip Dumlupınar’a hareket ettik. Öküz arabasından inip otomobile binmek çok iyi bir şey oluyor, hızdan, başımız dönüyordu. Dağlardan, derelerden aşarak Dumlupınar’a geldik. Burada kimseler kalmamış, herkes Uşak’a gitmişti. Telefonla konuşarak Uşak’a gideceğimizi anladık.
Dumlupınar’da öyle bir hava esiyordu ki insan kendinden geçiyor, başka bir âlemde yaşıyormuş gibi bir hâl alıyordu. Burada Mustafa Kemal şahsında şahlanan Türk milleti Yunan ordusunu yerlere sermiş, onların başkumandanlarını da esir ederek perişan etmişti. Bundan dolayı Dumlupınar’dan geçerken aziz şehitlerimizin, kahraman gazilerimizin hayal ve hatıraları önünde saygı ile eğilmekten kendimizi alamadık.
Bu zaferi türlü türlü yorumlayanlar vardı. Bazıları savaş esnasında askerlerimizin arasına evliyaların da karıştığını, başarının o mübarekler sayesinde olduğunu anlatıyor, insani gayretlerimizi hiçe sayıyorlardı. Bunlar da haklı idiler, yalnız aramızda bir görüş farkı vardı: Onların nurlu yüzlü, beyaz sakallı, yeşil sarıklı hayal ettikleri bu velileri ben; yağız çehreli, çatık kaşlı, keskin bakışlı, süngü hücumuna kalkmış Türk kahramanları şeklinde görüyordum. Bunlar, hücum esnasında öyle bir hâle geliyor, öyle bir ruh hâline kapılıyorlar ki maddiyattan tamamıyla sıyrılarak ulvileşiyor, büyük varlığa doğru korkmadan koşuyorlardı. Bunlar; zafere, Cennet’e kavuşmak için önlerinde hiçbir engel görmüyor, ateş de olsa pervane gibi atılıp yanıyorlardı. İşte bu olağan dışı yaradılışları, bu aziz şehitleri, gazileri evliya saymak kadar tabii ne olabilirdi? Bunlar nasıl veli olmasınlar ki İngilizlerin yaptığı son sistem istihkâmları 48 saatte zapt ettiler. Bunlar, düşmanın gözüne de mitoloji kahramanları gibi görünmeseydi, Yunan ordusu böyle dört beş günde perişan ve bozgun olur muydu? Böyle olmakla beraber Dumlupınar zaferinde Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın oynadığı dâhiyane rol, pek muazzam ve kesin olmuştu. O, Türk askerinin ruhunu, karakterini ve diğer hayati kabiliyetlerini o kadar iyi anlamıştı ki onu veli, kahraman yapmayı bilmiş ve zaferden zafere koşturmuştur. Hazırladığı “düşmanı harim-i vatanda imha” planını öyle ustalıklı bir şekilde tatbik etmişti ki düşman ordusunu bir hamlede mağlup etmiş ve başkumandanları Trikopis’i karşısında esir bulmuştur. Sonra düşmanın kılıç artığını denize dökmüş, bu suretle Türk’ün haklı sesini ve kendisinin üstün bir başkumandan olduğunu bütün dünyaya duyurmuştur. Bundan başka etrafındaki kumandanlar kendisine o kadar bağlanmış, o kadar inanmışlardı ki 57’nci Tümen Komutanı Reşat Bey bir tepeyi emredilen saatte zapt edemediği için intihar etmiş, böylece bir Türk kumandanının harp meydanında ne kadar itaatkâr ne kadar fedakâr ve ne kadar vatansever olduğunu göstermiştir. Bu olay, tümeni heyecana getirmiş, tümen, derhâl emredilen siperleri işgal etmiştir. Eski tümen komutanımız olan Reşat Bey çok mert, çok mütevazı bir kahramandı. Kıtasının hücuma kalkması için kendisini feda etmekten çekinmemiş, kahramanlık tarihimize bir yaprak daha ilave etmiştir. Ruhu şad olsun! Dumlupınar’dan hareket ettik, Uşak’a doğru gidiyoruz. Yol üstünde gördüğümüz köyler, anlaşılan, düşman tarafından bir sistem dâhilinde tahrip edilmiş ki her taraf harabeye dönmüş. Uzaklardan yalnız yıkamadıkları minare gövdeleriyle ev bacalarından başka bir şey görünmüyor. Her adımda Yunan vahşet ve zulmünün izlerine rastlanıyordu. İkindiye doğru böyle harap bir köyün kenarına geldik ve istirahat etmek istedik. Burada geri alınan köylerinin hâlini görmeye gelmiş beş on köylüye rastladık. Zavallılar yurtlarının baykuş yuvası hâline geldiğini görünce karamsar olmuş, tütmeyen bacalarının gölgesine sığınarak: “Ne yapacağız?” diye dertleşip duruyorlardı. Sonra yolumuza devam ederek Uşak’a vardık.”
(SALİH KILINÇ / HABER)